Takva Filmi - Konsültasyon



“Konsültasyon”

Takva Filminin asıl anlatmak istedikleri ve düştüğümüz yanılgılar üzerine…



Muharrem dangalaklığın zirvesine tünemiş bir anguttur. Tasavvufi edebiyattaki Anka kuşuyla alakası kelaynak kuşu kadardır. Yaşayan ölüdür. Delirmeye programlıdır. Adeta delireceği gün ve saati beklemektedir. Derken fırsat ayağına gelir: Muharrem şeyhin dikkatini çekmiştir. Şeyhe göre dünya işleri için zihin açıklığından çok kalp açıklığı lazımdır. Lakin Muharrem’de her ikisi de yoktur. Muharrem görevi kabul etmekte tereddüt eder. Tahsildarlık yapacaktır. Ticaretten gelmesine rağmen para işine kafası basmamaktadır. Hesap kitap da zorlanır. Muharrem deve kuşu gibi kafasını soktuğu çukurdan çıkarır. Bizim her gün soluduğumuz hava onun ciğerlerini yakar, oksijensiz kalır. Dış dünyaya dair gördüklerini Afrika yerlisi şaşkınlığıyla karşılar. Öte yandan Muharrem, film boyunca uyandığında abdest alması gereken rüyalar görür. Hem de ne rüyalar! Dertler Muharrem’i uykusunda bile rahat bırakmaz. Sorunlarla baş etmektense çareyi delirmekte bulur. Şeyh efendi ise bir ilkokul öğretmeni edasıyla cemaat karşısında Muharrem’i över. Ona kendinden yaşça küçük kızını vererek mükâfatlandırır. Böylece Muharrem rüyalarının kızıyla da evlenerek muradına da ermiştir.

Ahmet Hakan bir işportacı edasıyla film üzerine şehadetler getirdi. Dini hassasiyetleri olan sinema eleştirmenleri “rüya” sahneleri dışında filmi pek bir beğendiler. Sinemanın büyüsü eleştirmenler dahil herkesi büyülemişti. Filmin sinopsisine göre ise Muharrem, “eski bir dergâhta örgütlenmiş olan tarikatın müridi”, şeyh efendi ise “işini büyük bir keyifle” yapan ve “Rauf idari isleri yüklenmeye başladıkça” kendini tasavvufi düşünceye vermiş birisiydi. Şeyhin sağ kolu Rauf ise “Tarikatın işleyişini yürüten” kişiydi. “Hayata karşı gözleri açık ve dini hükümlerin hayata uygulanması konusunda bilgi ve fikir” sahibi ve “O da tasavvufi düşünceye yatkın”dı. Şeyhin kızı ise “20 li yaşlarında, saf ve seksüel güdüleri” uykuda bir kızdı ve “Kendine bakmayı” seviyordu. Acaba öyle miydi? Takva’yı İhsan Kabil ile masaya yatırdık.


Konsültasyona Katılanlar: İhsan Kabil, İsmail Sualp, Tiryaki, Memduh Mansur
konsultasyon@yahoo.com.tr

konsultasyonekibi@gmail.com

“Öteki cehennemdir”

M.Mansur : Yönetmen şöyle diyor:¨Jean-Paul Sartre der ki: `Öteki cehennemdir.` Ötekinin cehennem olmadığı bir dünya için film yapmaya çalıştık.” Bir bakıma ben aradaki buzları eritme, iki tarafı birbirine barıştırma, kaynaştırma amacını güttüm diye düşünüyor. Bunu ne kadar başardığını veya iki tarafı birbirine barıştırırken bir tarafı zedeliyor mu, küstürüyor mu? Buradan başlanabilir.

İhsan Kabil: Barıştırmak için bir kere iyi niyet olması lazım. Bu da her iki tarafın da biraz fedakârlık yapmasını gerektirir. Birbirini anlamaya çalışması, birbirine anlayış göstermesi. Ben de bu yapımda bunu okuyamıyorum yani, hep böyle art niyet. Satır arasında devamlı aleyhine bir çalışma var aslında. Ben böyle okuyorum. Önyargılı olduğumu da zannetmiyorum. Üzgünüm. Çünkü bütün oradaki imgeler, mizansen, mekan düzenlemesi, karakter çizimleri, oyunculuk ruhu, diyalogların dizimi bana hep böyle şeyler hatırlatıyor.

Tiryaki: Oyunculuk ruhu derken mesela..

Kabil: Şimdi oyuncuları hem fizik olarak hem de hal ve tavır olarak nasıl oynatıyorsunuz. Yani bir tür..

Tiryaki: Mesela bu ikinci adamın (Rauf’un) şaklabanlıkları.

Kabil: O ikinci zikir hemen kendini ele veriyor. Birinci zikir kendini kurtarıyor. İlkinde onu aşağı yukarı veriyor. İkincisinde şeyh zikre katılmıyor. Bütün zikir meclislerinde şeyh zikrin içindedir, katılır. Koltukta oturup, öyle yayılıp “işte sen idare et”. Biri idare etmez ki zikri, herkes içinde yer alır. Tamam dize vurulur ama çok seyrek yapılır. Ve o insanlar ritme göre kendi tempolarını uydururlar. Zikrin akışı değişebilir. Ama adam orada ayağa kalkıyor, böyle oynamaya başlıyor, resmen oynuyor.

İsmail Sualp: Evet, bir şempanzelik var yani.

Kabil: Şimdi olmaz. Bir saftaki bir adam kendinden geçiyor, yanındakiler onu tutuyor. Bu da olabilir ama sen ona odaklanırsan işte akıbeti budur bütün zikir meclislerinin geleceği de budur diyorsun, sen. Bir de oradaki ezgi de bizim gençliğimizdeki çok farklı bir şeyi andırıyordu: “Ya Habib hababa” diye. Gerçek bir zikir ezgisi değil. Hatta biraz daha giderek sözlerde bile hatalar vardı. Tarikat-ı Âliye diye bir şey diyor. Tarikat-ı Âliye diye bir şey yok.

Sualp: Bir tarikat oluşturmuşlar demek ki.

Mansur: Orada şömineler yanıyor, böyle çok gizli. İkibinlerde yaşıyoruz nerde böyle bir şey var ki..

Kabil: Ezoterik, gizemli bir hava. Hem o hem Muharrem’in yaşadığı ev, bu kadar olmaz ki. Radyoyu açınca taş plaktan gelen bir ses. Bu kadar da kodlanma olmaz ki.

Mansur: Orada modern bir şey varsa kapı ziliydi. Her şey ahşap, eskiliği, köhneliği anlatan..

Kabil: Sen bunu böyle gösterince de hep böyle insanlar böyle yerlerde yaşıyorlar, yaşamak zorunda diye kodluyorsun. Denge kur o zaman. Birini orada göster, ötekini apartman dairesinde göster. Senin bu kadar bir iddian varsa genellemelerden kesinlikle kaçınman lazım. Genelleme yapacaksan da hakkaniyetli olman lazım.

Tiryaki: Yaptığı genelleme sakat.

Kabil: Oradan bu böyledir diye bir saptama getiriyorsun.

Sualp: Yani burada Muharrem’in yaşadığını anlatıyor ama sonuçta Muharrem’i oluşturan da senaristin kendisi. Sonuç olarak onu tabii ki farklı bir yere oturtabilirdi. Bu var.

Monomanik mürit Muharrem



Kabil: Şu karikatürize etme değil mi? Öyle bir rüya görmüş insan, kilotunun ucunu tutup banyoya gitmek. Bunu gösteremezsin. Bunu göstermen zaten art niyettir. Burada bir olgunluk göster.

Mansur: Ergenliğe yeni giren bir insanın hayretiyle karşılıyorsun. 45 yaşında adam..

Kabil: Hala oryantalistik bakışın ta kendisi. Son derece normal bir şey bu. Tövbelik bir şey yok. Fıtrata ilişkin, Allah’ın sana verdiği bir şey. Şaşarsın, edersin ama bunu öyle panik halinde karşılamak? Bunu yaptığın an kusura bakma ben de senin niyetinden şüphe ederim.

Sualp: Bir de onu gördüğümüz kadarıyla sürekli aynı rüyayı görüyor ya onu orada değinse, tövbe demesini anlayabiliriz yani ne oluyor hep aynı rüya diye. Daha ilk rüya ve hemen bismillah ne oluyor diye bir tepki, sanki ilk defa gördün rüyayı.

Kabil: Gerçi şu da olabilir, filme hayatın bir yerinden başladık. Daha önce de görüyor olabilir o rüyayı.

Sualp: Ama onu hiç vermemiş.

Kabil: Vermiyor işte. Burada bunu yapması fikir olarak projenin sinematografik zayıflığını gösteriyor. Buna böyle de bakmak lazım. Kurgusal bir hata var. Dini anlamda, olgulara yaklaşım anlamında..

Mansur: Gerçi filmin senaryosu 27 kez yazılmış..

Kabil: Ne yapalım? Demek ki bir yirmi sekizinciye ihtiyaç varmış yani. (Gülüşmeler)

Mansur: Enteresan bir durum. Çok çalıştık diyorlar, 5 sene üzerinde durduk diyorlar.

Kabil: Hala olmamış.

Tiryaki: Öyle dört-beş arkadaş toplanmış konuşa konuşa yazmışlar.

Mansur: Ya bir de işin enteresan tarafı hem Marksist bir insan yaklaşımıyla geliyorsun. Rüya metaforunu kullanıyorsun, tamam. Ama ortada yani ihtilam olduğu bir rüya var. Birazcık bunları araştıran bir insanın bileceği bir şeydir. O rüyalarla amel dahi edilmez. Şeytani rüyadır. Neticede unutulur gider. Kalkar abdestini alır, yıkanır paklanırsın. Üst üste bunu görmesi daha ileride o rüyalardan sıkıntı duyması ve bir şekilde şeyhine aktarmaya çalışması… Bu da bir garip şey.

Tiryaki: Ama adamın kültür seviyesi ona yetmiyorsa ne yapsın? Şimdi mesela, başka şeyleri göstermiyor dedik ya sadece bu adamı gösteriyor film boyunca. Müslüman doğru dürüst başka bir karakter göstermiyor. Bu belki dengesizlik yaratıyor olabilir. Mesela dükkan sahibini gösterse onun evi büyük ihtimalle apartman, arabası 90 model Mersedes filan yani.

Kabil: Onu gösteriyor ama yeteri kadar değil. Odaklandığı neredeyse ebleh bir insan. Böyle bir şey olmaz ki.

Mansur: Yani bir de şey var. Filmin ismi takva, takva timsali gösterilen adam da zavallı. Takvalı bir hareketi yok. Orada Kosovalı bir çocuk var. Kosova’dakilere yardım topluyor onu azarlıyor. Gerçi orada biraz kafayı yemiş.

Sualp: Takvadan çıkmış hali ama ondan önceki hali de kaba bir adam, odun yani.

Tiryaki: Ama kültür düzeyi ne ki, ilkokul okuyup okumadığı belli değil.

Mansur: Olabilir ama İstanbul’da yaşıyor, 45 yaşına gelmiş, ticaretin içinde.

Kabil: Bir de ömrü dergahta geçmiş. Onun birçok eğitimliden daha ileri olması lazım. Yani o dergah eğitimi bambaşka bir şey. Ruh terbiyesi farklı bir terbiye kavramı. İşte bu olmaz. Bu seçim kasıtlı bir seçim. Böyle bir adamın seçilmesi. Daha filmin başından “takva” yazısı beliriyor, yazı tak diye kırılıyor. Yönetmen ben bunu kıracağım diyor (sanki). (Gülüşmeler) Niyet bu, yola çıkış bu. Bundan nasıl bir iyi niyet beklenir? Nasıl bir diyalog beklenir, birbirini tanımayan ötekisi hakkında?

Sualp: Birbirine yaklaştırmaktan çok uzaklaştırma.

Kabil: Kur’an ayetinin keşke tamamı olsa hepsini tam çıkaramadım, en sonunu yakaladım. İşte sahtesiyle doğrusunu ayırmaktan bahsediyor. Alıntının son kısmı. En sondaki Nazım Hikmet dizelerinde de yönetmenin asıl önermesi o. “Çok alametler belirdi vakit tamamdır, haram helal oldu helal haram”, bu da dizelerin sonu.

Sualp: Esas mesaj sonda verilmez mi filmlerde?

Kabil: Tabii öyle. Asıl olan Nazım’ın deyişidir diyor adam. Bu kadar açık ve net. O bütün çıplaklığıyla dünyayı görüyor, Nazım Hikmet görüyor, Nazım Hikmet belirliyor, nazım Hikmet doğruyu ifade ediyor, temsil ediyor. O anda mührü de basıyor işte yönetmen, senarist hangisiyse. Tercihini ondan yana yapıyor. Ve mütedeyyin insanlar da bunlara kucak açıyor. Anlayamıyorum, bu kadar şeyi nasıl göremiyorsun.

“Bütün yönetmenler yalancıdır. Kendimden biliyorum.”

Mansur: Senaristin açıklamaları var. Cinsellik konusuna değiniyorsunuz diyor kadın erkek ilişkisine. Orada diyor ki, “Ben bu filmde bastırılmış cinselliği anlattım. Bu da genelde türk erkeklerinin problemi. Müslümanlarda cinsellik daha küçük yaşlarda başlar” . Şimdi bu ne alaka Muharremin gördüğü rüya ile işte. ” O kızla merhabalaşsa bu filmdekileri görmeyeceksiniz” diyor. Nerden neler çıkartıyor. Sonra dönüp “Bu bir sinema filmi, bir oyun, bir kurmaca. Hiçbir gerçeğe dayanmıyor” diyor.

Kabil: Zaman gazetesinden Salih Zengin’in yönetmenle yaptığı söyleşiyi okudunuz mu? O çok acı bir şey.

Mansur: “Meslektaşlarımdan nefret ediyorum. Çünkü çok yalancı ve alçaklar. Kemdim de dahil” diyor.

Kabil: Bir kere başında danışılanların listesi var. Murathan Mungan var. Uygunsuz bir isim. Nasıl sana yol gösterici olacak? Böyle bir şey olur mu?

Mansur: Filme nasıl bir katkısı var acaba?

Kabil: Filmin Bakanlıktan ve Eurimages’dan aldığı destek 700 milyarı buluyor. Bu filmin çekim bütçesinde 700 milyar gözüküyor mu? 400bin gişe hasılatı var. Seyirci başına 1.25 dolar alıyor. Gişe hasılatı 500bin dolar ediyor. O da 750 milyar ediyor.

Tiryaki: Yönetmen param vardı hepsini filme aktardım, param bitti diyor.

Kabil: Hesap ortada.

Mansur: Ajitasyon var. Yardımlarla film çekmeye çalışıyoruz diyor senarist.

Tiryaki: Bu kadar az paralarla bu kadar iyi filmler çekebiliyoruz diyor Erkan Can.

Kabil: Gazetede bir haber çıktı. Görüntü yönetmeni kamyoncuların hışmına uğramış cipiyle Acarkent’teki villasına giderken. Kime masal okuyorsunuz? Belki çok farklı gelebilir ama bu tip filmlerin genelde hakikaten zor bütçeleri olması lazım; ekibin dahi cebinin delik olması lazım. O beklenir. Çünkü bunlar alternatif, hayata karşı muhalif insanlar. Ama senin böyle bir görüntü yönetmenin varsa üzgünüm, hiç inandırıcı olamıyorsunuz. Hiç öyle fakirlik, solculuk tavrı tartışmalı.

Akılla kalbi ayıran şeyh efendi

Mansur: Denge dediniz hakikaten denge yok filmde. Muharrem’e bakıyorsunuz takvanın temsilcisi konumunda belli sıkıntılar yaşıyor. Adamın imrenilecek, takdir edilecek bir davranışı da yok. Bunu şeyhte de göremiyoruz. Kiracının çıkarılması durumunda orada şeyhten beklenen müridine yardım etmesidir aslında. Normal olan odur. O aksine hepten sıkıştırıyor “Buradan gönderilecek çocuğu sen seçersin” diyor. Sanki başka hiçbir çözüm yolu yokmuş gibi. Sanki altındaki makam aracını satamazmış, başka gelirler elde edemezmiş gibi. Sanki oradan alınmayacak olan kira çok büyük bir etki oluşturacakmış gibi bir hava estiriliyor.

Kabil: Bir kere şeyh efendi de kodlanmış. Yağdan yayılmış artık. Koltukta oturuyor. Kira mevzusu konuşulurken Rauf’la, kulak kabartmış “Ne o ödemiyor mu?” diyor. Ve itici bir şekilde veriyor şeyhi. Her şey kasıtlı. Kasıtlı değilmiş gibi..

Mansur: İşte söyleşilere bakıyorsunuz biz onları anlamaya çalıştık diyorlar.

Kabil: Takiye yapıyorlar. Dindarlara yüklüyorlar takiye sözcüğünü, resmen bunlar takiye yapıyorlar. Daha hakkaniyetlilermiş gibi, daha dengelilermiş gibi, daha onları anlamaya çalışıyoruz falan gibi boyalı bir yalan var.

Şimdi şöyle bir laf geçiyor şeyhle Rauf arasında: “Zihin açıklığı değil kalp açıklığı gerekli. Dünya işleri için kalp açıklığı lazım zihne şeytan karışır.” Böyle bir şey yok, tam aksine anneler çocuklarına zihin açıklığı için dua ederler. Hiçbir ilgisi yok. O kadar kesin kartezyen ayrımlar var ki, öyle zihin ile yüreği ayırıyor. Dünya işleri ayrı bilmem ne işleri kalbe. Böyle bir şey yok. Bu son derece Hristiyani bir bakış. Kendilerini ele veriyorlar aslında böyle senaryo kurarak. Oryantalist, Hristiyani..

Mansur: Bir taraftan da şeyhin konuşmalarının çok bilgece olduğunu söyleyenler çıktı..

Kabil: Değil işte. Yani insanlar seyrini üstünkörü yorumluyor ya da kusura bakmasınlar bazı şeyleri eksik: donanımları. Hiç alakası yok. Mesela filmin başlarında, şeyh Rauf’a senin şüpheni alayım diyor. Böyle bir şey de yok. Kim kimin şüphesini alıyor, nerden çıkmış bu? Hiçbir yerde böyle bir şey yok.

Mansur: Güya keramet göstergesi gibi bir şey.

Kabil: Alakası yok.

Tiryaki: Bayağı yüceltilmiş o sahnede.

Mansur: Orada şüphesini alıyor. Öte tarafta çok daha elzem bir noktada Muharrem’i baş başa bırakıyor o problemle hatta daha da sıkıştırıyor yani.

Kabil: Onu Rauf’a söylüyor onun şüphesini alıyor, Muharrem’in değil. Ama olsun mühim değil demek o Muharrem’e de yapıyor aynı şeyi.

Tiryaki: Şüphe alabilme kabiliyeti olan bir insan.

Kabil: Hemen onu gene Ali Kalkancı tipine sokuyor. Çaktırmadan yapıyor bunu.

Mansur: Yani zaten film daha önceki filmlerde kullanılan imgeleri kullanmıyor. Mesela ağzının suları akan şehvet düşkünü bir şeyh karakteri, bu tip şeyleri yıkıyor. Ama onun yerine çok daha sinsi şeyler çıkartıyor.

Kabil: Tabii. Yani filmin kendi söylemi içinden şeyhe saygı bulmaya çalışıyor. Tasavvufu aslında çok feci vuruyor. Din ile uğraşırken tasavvuf acayip güme gidiyor. Tasavvuf dinin çok daha incelmiş hali, çok farklı bir boyut. Asla böyle şeyler kaldırmayacak bir düzen. Kapıda dergah girişinde kimse öyle nöbetçi gibi beklemiyor. Öyle tipler görüyoruz.

Bunlar kendi kitsch ruhlarını, yüreklerini olduğu gibi filme yansıtmışlar. O kirlenmiş dünyalarını resmen din mevzusuna bulaştırmaya çalışmışlar.

Yanlış hesap Bağdat’tan döner mi?

Kabil: Muharrem yanlış hesap yapıyor ya, sonra pişman oluyor. Bunu patronu Ali’ye açıyor. O da diyor ki, ticaret bu, olur öyle şeyler. Bu kadar mı yakınsın öyle ayağını kaydırmaya. Pat diye istismara atılıyorsun. Hemen çabucak veriyorsun bunu. Bir insan hemen ilk fırsatta kendini kaybetmez öyle. Bu resmen art niyet. İlk fırsatta onun üstüne atladı. Böyle bir şey yok.

Mansur: Kitapta da yeri var diyor. Kuran’da.

Kabil: Bu fırsatçılık değil ki düpedüz kul hakkına girmek. Kandırmak, dolandırmak. Çok alçakça bir bakış var burada müslüman ticaret erbabına. Bir vicdan muhasebesi yapmadan hemen fırsattan istifadeye kalkmak…

Mansur: Bir de komik olan bir şey var orada. Müteahhit geliyor 500 kilo çuvalı 9 milyara hemen kabul ediyor. Allah Allah.

Kabil: Sorgulama yok, bir şey yok.

Sualp: Maksat muhabbetimiz gelişsin gibi bir şey diyor.

Tiryaki: O adamın gelme niyeti Muharrem bazı işleri halletmeye başlayınca böyle..

Kabil: 2 milyarlık bir fark var galiba.

Mansur: Adama 9 diyor patrona 7 milyar diyor. 2 milyar kendine kalıyor. Sonra da onu eve götürüyor. O da garip bir nokta. Hesabı toparlayamamaktan, gördüğü rüyalardan travma geçirmesi çok da inandırıcı gelmiyor bana. Hepimiz insanız, hayatın içinde bir sürü şeyle karşılaşıyoruz ama böyle hemen mi bir insan kendini koyuverir. 45 yaşındasın, Sultanhamam’da çuval ticareti yapıyorsun. Yani hiç mi bir alavere görmedin. O kadar ticaret hayatının içindesin bu kadar da saçmalık olmaz. Bir anda kafayı mı yer insan? Orada bir düzen bozukluğu görüyor, içki içenleri görüyor bu hususta Rauf’un muhalefeti var, tamam. Bunları görünce mi insan delirir? O zaman bizim çoktan delirmiş olmamız lazım. Hepimizin deli olarak dolaşması lazım. (Gülüşmeler) Hayatın binbir türlü derdi var. İnsanların harman olduğu bir yerde Sultanhamam’dasın, ondan sonra ticaret yapıyorsun. Bir sürü insanla muhatap oluyorsun. Bir sürü şey var..

Sualp: Çaycı da mı bir şey söylemedi sana şu ana kadar?

Kabil: Bu kadar saf, melek bir insan yok yani. Kesinlikle.

Tiryaki: Ama yani hiç böyle delirmiyor musunuz normalde? Etrafta abuk sabuk bir sürü şey üst üste bindiği zaman benim delirdiğim gün oluyor yani. (Gülüşmeler)

Mansur: Delirirsin ama bu hepten kafayı yiyor.

Tiryaki: Ama bu adam odun gibi bir adam yani. Bir anda çok ciddi bir şok yükleyince adama. Yönetmen de abartınca..

Mansur: İyi de 45 yaşındasın, 15 yaşından beri Sultanhamam’da çalışıyorsun. İyi kötü İstanbul’dasın. Sultanhamam’dasın ya bir sürü insanın gelip gittiği, Anadolu’dan bile gelen insanların olduğu bir yerde bu kadar saf, bu kadar aptal, bu kadar hödük, kereste gibi, böyle saf bir insan nasıl olabilirsin.(Gülüşmeler) Mümkün değil ya! Babalar bile çocuklarını ticarete verirler ki gözü açılsın, gelişsin diye küçük yaştan itibaren olan bir şeydir bu. Bu kadar aptal olunamaz ki yani. Onca sene dergahın içindesin, bir sürü insan gelip geçiyor, bunları mı göremiyor? Bu kadar mı aptal bir tip olabilir yani. Gizliden gizliye bu işte, takvanın sembolü oluyor.

Sualp: Evet, sanki çok takvalı birisiymiş gibi.

Mansur: Tarikatın içindeki bazı düzensizliklere kafası basmıyor, deliriyor işte. Bu kadar basit mi bu? Bu kadar karton karakterler. Hiç gerçekle alakası yok. Ayağı yere basmayan böyle uydurma karakterler.

Kabil: Yönetmenle senarist projeksiyon yapıyorlar. Kendilerini..

Sualp: Kendi ideolojilerini yansıtıyorlar.

Kabil: Tabi. Kesinlikle budur. Psikolojik alt okuması budur. Başka bir şey değil.

Doksana takılan son dakika golü

Mansur: Bir de burada sey diyor senarist mesela, “Provakatif seyler yapilabilir. Insanlarin yaralarini kanatabiliriz. Bunu yapmak basit. Türkiye zaten böyle yasiyor. Cumhuriyet gazetesi olmak istemedik. Politik olarak ben Marksist bir adamim. Arkadaslarim da böyle. Biz bu meseleye böyle bakmayi tercih ettik.”

Kabil: Geleneksel Marksist bakisi sürdürmüşsün.

Mansur: Ama iste bunu pazarlarken böyle farkli Yesilçam’in hatalarini giderdik. Çok daha inandirici, gerçekçi, samimi bir bakis açisiyla yaklastik. Onlarin dertlerine, kisilerindeki çözülmelere baktik..

Kabil: Son derece kaba, yontulmamis bir Marksizm var resmen. Kütük gibi Marksizm var. Zikirden hemen sonra birlesme sahnesi, tam bir sabotaj bu. Düsün, sen bunu kime seyrettireceksin. Bir aileye mi seyrettirebilirsin, çocuklu birilerine mi seyrettirebilirsin? Adi da “Takva” filmin. Bir bilgisi olmayan herkes alabilir bu filmi. Sonra nelerle karsilasabilir? Böyle bir sey olabilir mi, resmen tuzak kuruyorsun sen bütün insanlara.

Mansur: Bir de isin Islami temelini bile tam kavrayamamissin. O var. Çok basit bir sey, herkesin yasayabilecegi bir durum. Senarist ve yönetmen hiç mi böyle bir sey yasamamis, görmemis. Çok garip bir sey. Bunu gören insan o rüyayla amel dahi etmez. Unutulur gider. Anlatilmaz. Seyhe bile anlatmaya çalisiyor. Madem orada bir rüya kullaniyorsun hikayeyi bir yerlere baglamak için. Gerçi hikayenin sonu çok saçma baglaniyor. Binlerce imge kullanabilecekken çok daha sanatsal bir anlatim olmasi için imgeler kullanabilecekken, çig bir çiplaklik..

Sualp: Evet sanatsal bir yönü yok.

Mansur: Çok basit bir anlatim. Orada bir rüya kullaniyorsun. Çok daha farkli çagrisimlar, şiir gibi anlatim olusturabilecekken..

Kabil: Düz ve sig bir anlatim.

Mansur: Ahmet Hakan da çikip bu sahneler çok daha kötü çekilebilirdi diyor. Filmin en zayif noktasi belki de. 27 kere senaryoyu yaziyorsun tekrar tekrar, bunda karar kiliyorsun. Hikaye dönüyor dolasiyor Muharrem rüyasinda bir kadini görüyor, birkaç kere de çok büyük bir tesadüf eseri disarida görüyor o kadini. Sonra da onun seyhin kizi oldugunu anliyor.

Sualp: Çok örtülü bir sekilde de en sonunda evlendigini görüyoruz elindeki kinadan.

Mansur: O zaten filmin..

Sualp: Koptugu nokta.

Mansur: Doksana takiyorlar golü açikçasi. Hakikaten öyle. Onun öncesinde Muharrem kafayi yemis belli. Agzinin suyu akiyor, öyle bakiyor. Seyh yanina almis onu topluluk karsisinda övüyor. Hiç olmayacak bir sey. Ilkokul müsameresi mi bu? Böyle sey olur mu?

Muharrem’in seyr-i sülukünden bahsediyor ki bir seyr-i süluk yok ortada.

Kabil: Evet asla.

Mansur: Seyhi halvete giriyor, Muharremin böyle bir sey yaptigi yok. Muharrem’in tek yaptigi tarikatin mal ve mülkünün parasini tahsil etme. Onda da zorluk çekiyor, ticaret hayatinda ama. Paralari tahsil ederken de hesap üstüne hesap yapiyor. Elhamdülillah yaptim diyor. Böyle, bu sekilde gösteriliyor. Ondan sonra adam kafayi yiyor. Sonra da seyr-i sülukünü anlatiyorsun. Adam sadece tahsildarlik yapiyor. Bu mu seyr-i süluk? Seyhi halvete giriyor 40 gün. Tasavvufu azcik inceleyen bilir ki halvet ilerlemenin, nefsi terbiyenin yoludur. Nefis terbiyesinin temelinde bu vardir. Madem o kadar okudum diyor senarist. Bunu nasil atliyorsun ya? Ne seyr-i sülukü, hiçbir sey yaptigi yok ki adamin. Toplulugun önünde övüyorsun adami. Bir sonraki sahnede adami yataga baglamislar. Seyh de kizini zorla deli bir adamla evlendiriyor. Burada nasil iyi niyet arayalim? Sonra da çikip süper film falan diyorlar. Anlamak mümkün degil. Böyle güzel bir filmin sonu aceleye gelmis diyorlar. Daha nasil aceleye gelsin?

Kabil: Tarikat böyle zavalli bir sey demeye getiriyor.

Sualp: Müslümanlik 7. yüzyil sistemi diyor. Zaten Osmanlida tarikatlerin oldugu zamanda yasasaydi, diyor, belki Muharrem rahat yasardi, diyor. Ama bugünün dünyasinda mümkün olmuyor, diyor. Muharremin yasami hakikaten dondurulmus. Günümüzde degil geçmiste yasayan bir tip.

Kabil: Islam için en az gelismis din diyor. Ve henüz reformunu geçirmedi. Degisime hala direniyor. Yönetmenin kendi ifadesi. Kapitalist sistemin küresel bir hale geldigi durumda yedinci yüzyilda yasanir mi, diye devam ediyor.

Mansur: Senarist söyle diyor: “Kapitalist bir sistemde Müslüman olmak, ortaçagdan kalma bir felsefeyi uygulamaya çalismak olaganüstü zor.”

Kabil: Bir tarihselcilik yapiyor resmen. Batili manada ortaçaga hapsediyor Müslümanligi.

Mansur: Ortaçag düsüncesi içerisinde ele aliyor.

Kabil: Gelecegin sahibi din oldugunu asla kafalari basmiyor, algilamiyor.

Sualp: Islam’i algilayis biçiminde böyle bir kitlik var. Ortaçagda ya da belirli bir cografyaya belirli bir insan topluluguna gönderilmis belirli kültürel baglara sahip bir dinmis gibi gösterme, özellikle yapilan bir telkin aslinda. Islam’in bilimle de çelismesi de böyle. 21. yüzyilla çelismesi de buradan çikiyor. O çagla ve o kültürle beraber yogrulmus, arap kültüründen gelen özellikler mesela Bati kültürüne Islam’i verirsen onlar arap gibi yasayamaz gibi bir ortaya çikis var. Hâlbuki degil yanlis bir yargi.

Kabil: Tam bir sablon.

Din afyon degilmis!

Sualp: Söyle bir sey var rüyada görülen kiz defalarca geçiyor ondan sonra ilginç bir sekilde onunla evleniyor. Burada mistik bir gönderme var. Hem Marksist bir bakis açisi hem de mistik bir gönderme biraz çeliski gibi duruyor gerçekten. Yani rüyada görülen sahis ondan sonra evlenecegi insan ve bunu daha önce hiç görmemis, o belli.

Kabil: Marksizm’le bagdasmaz.

Sualp: Metafizik bir algi var burada. Nasil bir yaklasim gerçekten ilginç. Bir çeliski gerçekten.

Kabil: Orada yalpalamislar. Kendi kendiyle tutarsizlasmis. Marksizm’e çok aykiri bir sey.

Mansur: Bir de simdi söyle bir sey var. Senarist diyor ki “Dinin afyon olmadigini anladim”.

Kabil: Böyle mi anlamis?

Mansur: “Islam’da cinsellik küçük yaslardan itibaren baslar. Hatta çok evlilige bile izin var. Bastirilmis cinsellik Islam’in problemi degil” diyorsun. Ama senin ortaya koydugun ana karakterde bunlar yok. Adam 45 yasina gelmis. Rauf ona seyhin teklifini iletiyor. “Biz bu defteri kapadik Rauf kardes” diyor. Açtin mi ki kapadin? Onu sormak lazim. Burasinin ucu açik. Ne olmus bunun nisanlisi vardi da öldü ve yemin etti evlenmem falan mi dedi? Ne oldu? Ömrünü bekar geçiriyor bunu da takva anlayisi çerçevesinde yapiyor.

Tiryaki: Yok mu böyle adamlar hiç? Adam diyor ki ben bu karakteri aldim sadece.

Mansur: Ala ala bu karakteri aliyorsun. Bunu dengelemen lazim o zaman. Çok daha gerçekçi bir karakter koy o zaman yanina.

Tiryaki: Filmi çeken adamlardan senin beklentinin bu olmamasi lazim. Senin beklentin bu adamlardan en kötüsü olmali.

Kabil: O söz teamüllere çok aykiri bir söz. Seyhin dirayetine karsi sen asla irade koyamazsin. Hele böyle hayati bir meselede seyhin evlenmeni murad ediyor ve sen böyle diyemezsin. Bu bir isyandir. Böyle bir sey yok. Hem tarikati silsile olarak güya veriyorsun hem de bir anda disina çikiyorsun. Evlenmek Allahin emri bir yerde. Sen Allah’a da karsi geliyorsun. Onun ruhundan bahsettigini iddia ediyorsun.

Sualp: Kisisel bir hata desek Muharrem o hatayi yapmayacak bir sahis olarak lanse ediliyor, takva timsali olarak da duruyor ama eksikleri de var. Onu da diyor gerçi.

Tiryaki: Ama Rauf seyh efendi söyledi evlendirelim mi diyor yoksa baska türlü mü söylüyor?

Mansur: O bir teklif neticede.

Tiryaki: Bir yoklama.

Mansur: Böyle insanlar yok mu dedin ya. Ama su var, bir topluma bakip oradan bir kisiyi seçersen bu o toplulugun göstergesi degildir. Sen simdi çikartip bu adami koyuyorsun önüne. Muharrem’i koyuyorsun. Sultanhamam’da ticaret yapan bir adam böyle olamaz. Mümkün degil nasil olacak ya? Oradaki çayci bile farklidir. Böyle bir adam aliyorsun. Anadolu’da bile olsa böyle olmaz. Böyle bir adami çikartiyorsun. Istanbul’dasin, nerede olursan ol 2000li yillardasin, bir tane de halkin içine karismis gerçekçi bir karakter koy. Koyuyorsun böyle köhne, olmayan bir karakter. Ya hakikaten böyle bir karakter nasil olsun? Ancak filmde olabilecek bir sey. Hiç mantikli, hiç inandirici degil.

Tiryaki: Koymuyor adam.

Mansur: Koymamasinin nedeni var.

Tiryaki: Kimse zaten çok objektif bir sey yapayim diye demez. O belgesel olur. Ama ben zaten film yapiyorsam kendimi ifade etmek için film yapiyorumdur. Ben bu adamin kim oldugunu zaten biliyorum. Beklentilerimi objektif bir sekilde bana sunsun diye bekleyemem.

Mansur: Söylesilerine baktiginda meseleye çok objektif bir sekilde baktik demeye getiriyorlar. Daha dengeli yaklastik demek istiyorlar. Nerde dengeli yaklasim?

Tiryaki: Dengeli yaklastik diyor, öteki tarafta Müslüman medya da hiçbir sey yapmiyor. Iyi bir sey yapti diye anlatiyorlar.

İnsanlık sınavından çakmak!

Kabil: Çok garip bir sekilde veriliyor mal sahipligi tarikatin. 43 daire, 35 dükkan, 7 tane arsa üstüne odun deposu. Ne oluyor bu tarikatta?

Mansur: Bir de zekât ve kurban organizasyonu var.

Kabil: Burada giydirmek ve okutmak da önemli. Rauf, Muharrem’e diyor ya o tek insanin kirasi yüzünden gönderilecek ögrencinin kararini sen ver diye. Ne kadar alçakça bir muameleye tabi tutuyor.

Sualp: Raki masasindaki adamin kirasini almayalim diyorsun, fakir olanin kirasini almayalim diyorsun diyor Rauf. Orada çeliski görüyor Muharrem de zaten.

Tiryaki: Muharrem de zaten bunlari görünce deliriyor.

Kabil: Ekonomi gözüyle her seye bakiyor. Marksizm’in temeli ekonomiktir. Sinifsal çeliski falan tek oturdugu zemin bu. Dini anlamasi diye bir sey beklenemez bu insanlarin. Maneviyati anlamasi diye bir sey ne yazik ki beklenemez. Bunu yapmalari için önce oturduklari zemini sorgulamalari lazim. Dolayisiyla ancak bu kadar yapabilirler iste.

Tiryaki: Onun en büyük göstergesi bu Kosovali çocuga para mi, dua mi meselesinde görülüyor. Birçok orta seviye Müslüman bu çeliskiyi yasiyordur yani. Diger tarafta baska adam seçimini sonuna kadar yapmis, dünyayi benimsemis öteki tarafla çok fazla bir iliskisi yok, üstünlügünü kurmus paraya taparcasina sistemini ona göre oturmus. Öte tarafta vicdani, ahlaki sebeplerden dolayi onlarin ahlaksizligina tam baskin çikamamis bir kesim olabilir. Bunlar da iste arada kalabiliyor. Veya tamamen kendini soyutlayanlar da mümkündür. Bu adam da kendi ikilemine girmis orada dile getiriyor. Artik kafayi iyice siyirinca dile getirmis.

Mansur: Ama simdi su var: Bu kafayi siyirma meselesi nasil olustu, o da garip. Bunun gibi baska problemler de yasiyoruz biz. Ahmet Tasgetiren’in dedigi gibi, “Insan olmak sinavdir.” Hakikaten öyledir. Bizim inancimizda hayatin her aninda çesitli seylerle parayla, zenginlikle, parasizlikla -ki zor bir sinavdir- bir sürü seyle sinava tabi tutuluyoruz. Öyle ki bu çocukluktan yeni çikmis, hayati hiç bilmeyen bu adam bir problem çikiyor karsisina. Kira geliri var diger tarafta ögrencinin gitmesi var. Bunu çözemiyor. Bunu çözemeyecek kadar mi toy? Hani bir çocuk olsa anlarim bunu. Bu çözülemeyecek bir sey degil ki!

Sualp: Ben bir ara aldigi iki milyari o çocuga verecek zannettim. Ya da o fakir ailenin kirasinin yerine koyacak diye düsündüm ama o da çikmadi.

Tiryaki: Gitti eve götürdü.

Mansur: Oturdu agliyor. Biz de yasiyoruz bu çok olaganüstü bir sey degil ki! Olaganüstü bir seymis gibi bir de deliriyor. Hiç mi bir seyin çözümü yok? Gider zekat verecek birilerini bulursun. Eger bir sey varsa sorunu çözmeye bakarsin. Böyle materyalist bakis açisiyla bakamazsin ki. Bir yerde maddi durumu hakikaten kötü bir aile var, sen simdi buna yardim etmeyeceksin bir çocugu okutmak adina. Burada yapilacak sey imkanlari seferber etmektir. Ama hiç inandirici degil. Adam tutuyor deliriyor! Rüyalarinda bir kizi görüyor o da bir problem olusturuyor. Madem öyle bir problemin var..

Sualp: Sonra gerçek hayatta görüyor ve seyhin kizi çikiyor!

Tiryaki: Ama dünyasi küçük ne yapabilirsin ki? Yani gerçekten adam Sultanhamam’da bir handa durup, Süleymaniye’de babadan kalma evi varsa, dergah haricinde bu adam sosyal ortama kendini kapattiysa yani kendini soyutlamissa, uzak tutuyorsa olabilir.

Mansur: Allah’ini seversen ticari hayatin içindesin bir de bunu düsün! Filmin basinda bakiyorsun adam “Ali bey, Ali bey” el pençe divan bir vaziyette. Sürekli tespih çekiyor. Sonra Kosovali çirak geliyor dükkâna. Ona mesela bir saka yapiyor. Ustana bir çay kap da gel diye. Bu mesela bir kivrakliktir. Ticaretin verdigi bir seydir. Çiragi egitmedir. Bu kivrakligi gösterebilen Muharrem oradaki bir para problemini çözemiyor. Rüyalarina giren derdi halledemiyor. Bunun neresinde inandiricilik var anlamiyorum.

45 yıllık bekârlık

Kabil: Bir de neden rüyalarini seyh efendiyle paylasmiyor? Rahatlikla bütün sorunlarini açabilirsin seyh efendiye. Çocuklugunu dergahta geçirmis biri bu. Her seyi açmasi lazim. Bunu göremiyoruz ki seyhle müridi arasinda.

Mansur: Rüyasini açamiyor çünkü seyhi halvete girmis! Tarikat anlaminda mürsit-mürit iliskisi vardir. Mürsit dini anlamda belirli bir seviyeye gelmistir. Mürit ise belirli bir yol takip etmektedir. Mürsit ona yardim eder bu yolda. Tarikatin isleyisi böyledir. Sirf tarikatta degil üniversitede de böyledir. Doktora yapar ögrenci, hocasi ona danismanlik yapar. Bu hayatin birçok alaninda da böyledir. Sirf tarikatlarda degil ki! Hayatin her alaninda olan bir sey. Filmde rüyalarinda gördügü kiz nasil oluyorsa seytan hep onu rüyalarina denk getiriyor.

Tiryaki: Ben seyh efendinin kiziyim dedikten sonra iyice kafayi yiyor. Birçok sey bu adamin açisindan bakilinca üst üste gelmis gibi oluyor. Tamam, bunu senarist üst üste getiriyor ama bu adamin kalici olmasa bile geçici bir sekilde delirmesi için bir sebeptir.

Kabil: Sevgili arkadasim, bu yillardir dergaha gelip giden birisi, bir kerecik olsun seyhin kizini görmemis midir? Insaf ya. Böyle bir sey olmaz. Bir sekilde bir yerde rastlar, haberi olur, insanlar dergah içinde konusurlar. Kimse kimseye yabanci degildir ki. Burada her sey kurgulaniyor. Yanlis yönlendirme üzerine bir kurgu! Ayristirma üzerine bir kurgu.

Mansur: Enteresan olan Muharrem evlilik çagini bayagi geçmis. Evlenebilir ama seyhin bir teklifi olacaksa yirmili yaslarda olur.

Kabil: Evet, dogru söylüyorsun. Kizini niye ona vermek istiyorsun ki!

Mansur: Bu teklif daha önce yapilmadi mi Muharrem’e?

Kabil: Senaryo yanli bir senaryo iste.

Mansur: Öyle ki durmuslar, durmuslar seneler geçiyor. Muharrem 45 yasina gelince kafaya dank ediyor. Böyle mantiksiz bir seyi görünce insan.. Bunu nasil kabul edelim? Mantik hatalari var. 30 yasina gelince hadi dersin, yasin geçiyor otuzuna geldin diye. Muharrem daha önce mutlaka konusmus olmasi lazim bu evlilik mevzusunu. Hikayeyi baglayamamissin.

Kabil: Insanlar çok yabancilasti artik, dindarlar bile. Rüyadaki art niyet meselesi baska bir yerde daha sürgün veriyor. Muharrem disarida büyük alisveris merkezine kira toplamaya gidiyor ya. Orada bize bir vitrini gösteriyor içinde iç çamasirli mankenler. Hemen onu gözüne sokuyor yönetmen. Dis dünya gerçegi budur, asil gerçeklik budur seklinde.

Gözleri körelten beyaz perde büyüsü



Kabil: Şöyle bir laf geçiyor filmde. Ya Habib, Abdülkadir Geylani. Asla böyle bir cümle kurulmaz zikirde. Bu laf nerden çıkmış mesela? Oturun oturun, diyor Rauf. Zikir meclisinde manevi ortamı bozacak hareketlerde bulunulmaz ki. Şeyh efendinin bir sözü: “Şüphesi olan cehennemde yansın”. Şeyh efendi asla böyle bir kanaatte bulunmaz. Şeyhler çok hoşgörülülerdir. “Yaratılanı seveceksin yaratandan ötürü” tarikatların kuruluş felsefesidir. Cehenneme kimseyi nakledemezsin. Şeyh efendi asla kendisinde böyle bir şey görmez. Bilinen bir hikâyedir. Bir mürit şeyhine gider der ki, ben bir rüya gördüm ama size anlatmaya çekiniyorum. Şeyhi de anlat der. Ben sizin cehennemde olduğunuzu gördüm, der müridi. Şeyh de der ki, ben o rüyayı kırk senedir görüyorum. Şeyh efendiler bunlardır.

Mansur: Filmin akışı içerisinde hep sokuşturulmuş bunlar.

Kabil: Dini zedelemek için, yaralamak için, vurmak için elden gelen esirgenmemiş.

Sualp: “Dini yaşamak istiyorsan hayatı bırak” felsefesini ortaya koymuşlar.

Kabil: Tam bir kartezyen bakış. Bedenle ruh ayrılıyor. Hristiyani bir bakış.

Mansur: Burada bir soru sormuşlar dergide “Düşlere giren kızın şeyhin kızıyla ve şeytanla aynı kişi olması beni çok etkiledi. Acaba ben mi yanlış okudum?” diye. Senarist cevaben diyor ki, “Çok doğru okumuşsunuz. Ama bu Yunus Emre’nin hikayesidir. “Simyacı”da da vardır. Herkesin hazinesi evinin altındadır.” Rüyasında gördüğü kızla filmin sonunda evlenmesini zoraki bir yere bağlamaya çalışıyor. Rüyasında bir kızı görüyor, evlilikten kaçıyor ama her nasılsa sonuçta onunla evleniyor! Bir de bizim kültürümüzle bağlantı kurmaya çalışıyor. Ne alakası var! Film nasıl bir harmoni oluşturuyorsa içimizden beğenenler çıkıyor!

Tiryaki: Benim başından beri dediğim gibi başından adamın niyeti belli, direkt saldıracak, benim gardımı alıp kendimi en iyi pozisyona çekmem lazım. Orada gördüğümüz hatalar var ise eğer, bir Sultanbeyli Belediyesi olur, dergâhın içindeki bir dedikodu durumu olabilir. Bu şekilde baktığımda pek o tür şeylerin üzerine düşmek istemedim. Mesela dergâhta kaldığı ilk gün kızı görüyor, sen nerden çıktın diyor, ben zaten hep buradaydım diyor. Bu tür şeyler zaten çok fazla var, bunları bizim kimlere ne için yansıtmamız lazım, onu düşünmek gerekir. Bunu fark etmeyenler var, fark edip dile getirmeyenler var veya tamamen kabullenenler var. Bunları kategorize edip o şekilde sumak lazım.

Mansur: İlginçtir, “The İmam” filmine birçok tepki gelmişti böyle imam olmaz, böyle imam hatipli olmaz diye, mesela uzun saçlıymış. O filmin de bazı sinematografik hataları, kusurları mutlaka vardır ama orada hayatın içersinde, dinle olan bağını koparmış birinin tekrar bağ kurması anlatılıyordu. O zaman ona tepki gösterenler, bu filme o derece bir tepki göstermedi. Bunu anlamakta güçlük çekiyorum, bir büyü mü yaptılar acaba yani?

Sualp: Sinemanın büyüsü bu olsa gerek. (Gülüşmeler)

Mansur: Olaya bakıştaki eleştirel yaklaşım burada serdedilmemiş. Sonra çıkıyor İsmail Kılıçarslan “Türk Sinemasının En İyi Dini Filmi” diye filmi öven bir yazı yazıyor. “The İmam” belki böyle filmlerin yapılması açısından bir emeklemeydi, sen buna destek vermiyorsun, 60.000 kişi gidiyor, senin kucaklaman gerekiyor. Filmi kucakla daha sonra sonuna kadar eleştir. Ama sen bu ortamı hazırlamazsan gelip takva diye filmini de çekerler. Sen de bayıla bayıla izlersin.

Orta parmakla işaret edilen tasavvuf gerçeği!

Sualp: Bu filmi başkası çekebilir miydi? Dindar bir yönetmen çekse ne olurdu? Kolay olmazdı bence.

Kabil: Dergâh olayına bir şeyi iyileştirmek, tamir etmek, yapılandırmak için bakmak lazım, yani ancak o işin iyiliğini dilemek için yaklaşmak lazım. Bizden biri çekseydi, böyle çekmesi beklenirdi. Ama sen onu vurmak için, açıklarını bulmak için yaparsan, bu zaten itibarlı insan anlayışına sığmaz, dolayısıyla sen daha iyi nasıl yapılandırılabilir, daha iyi nasıl bir dergâh hayatı kurulabilir, daha iyi nasıl bir tasavvufi hayat neşvü nema bulabilir, bu yönde çekilmesi lazım. Bizden birileri böyle bir film yapmaya kalksa bence İslam nasıl daha güzel bir şekilde teşhis edilebilir, takdir edilebilir, insanlara iletilebilir, gündelik hayatta insanlarda nasıl karşılığını bulabilir bu baz alınarak yapılması lazım kesinlikle. Yapıcı bir nokta-i nazardan yaklaşmak lazım, böyle bir duruş sergilemek lazım. Yoksa açığını yakalayayım, düşüşünü göstereyim, istismarını sergileyeyim, bu acınacak bir haldir.

Mansur: Film bazı şeylere işaret ediyor ama tabir-i caizse orta parmakla işaret ediyor.(Gülüşmeler) Hakikaten böyle içten gelseydi belki bir eleştiri olabilirdi, daha samimi yapılırdı ama dışarıdan gelince öyle değil. Bu içten gelen bir şey olsaydı makul, tartışılabilir bir şey olurdu. Senin dünyandan olmayan, Allah’a inanmayan birisi dergâhlara gidiyor, bunca okumalar yapıyor sonra ortaya çıkarta çıkarta bunu çıkartıyor ve bu büyük bir övgü alıyor neticede.

Karikatür dindarlar tarikatı

Kabil: Ben yine ihtilama geleceğim, adam bir yerde yorulmuş, kendinden geçiyor ve ihtilam oluyor, böyle bir şey yok; fikri sabitlerin düşüncesi, hayatta her şeye böyle bakıyorlar.

Mansur: Ve enteresan bir şey adam gönül defterine tek bir satır dahi yazmamış ama rüyasında böyle fanteziler kuruyor. Açıkçası çok enteresan bir şey, evinde televizyonu yok, dünyadan hiç etkilenme yok ama içinde fırtınalar kopuyor.

Kabil: Karikatür bir sahne yani, yönetmenin karikatürize tavrı var. Sahne şöyle bağlanıyor; orada takunyalar ayağında, gündüz vakti gusül almaya giderken şeyh efendi ve Rauf ile karşılaşıyor ve utanıyor filan, yani tam bir karikatürize etme hali, aslında senaryonun dergâh hayatına, bir dervişin hayatına bakışı neredeyse tam bir karikatürleştirme.

Mansur: Adamın bünyesi öyle bir çalışıyor ki, adam uykuya daldı mı hormonları harekete geçiyor.

Sualp: Hadi normal diyelim adam bekar diye..

Kabil: Normalde böyle olmaz, adam gece yatar filan. Ama orada öylece kalmış kendi kendine, mümkün mü?

Mansur: Sonra banyodan dönüşte Rauf ile karşılaşıyor, şeyhin uygun gördüğü bir kız var, ki bilmese de şeyhin kızı, evlensen diyor. O da cevaben “biz o defteri kapattık Rauf kardeş” diyor. Bu ne patavatsızlık?

Kabil: O defteri kapatmış olmak mümkün değil, bu Allah’ın emri. Sen kim oluyorsun evlenmemek istiyorsun. Böyle bir şey olur mu? Kaderin evlenmektir senin, evlenmeyip münzevi bir şekilde yaşamak değil.

Tiryaki: Banyo yaptığı sabah, Rauf’un sakalını kesmesini söylediği sabah aynı zamanda.

Kabil: Sonra hemen sahne değişiyor, sakal makal uçuyor zaten, o değişime gerek yoktu ki ve orada janti bir tavır vermiş yönetmen, illa ki böyle olur parayla uğraşanlar; takımı böyle giyer, kravatı böyle çeker, araba altlarında.. Bir şablonu oraya yapıştırmış. Bir sürü inançlı muhasebeci, tahsildar, normal kravatlı, gömlekli, kazaklı, montlu filan gider. Niye böyle bir şey yapıyorsun? Bu şahsi bir şey, olmazsa olmaz bir şey değil ki!

Sualp: Bir de çok mütevazı bir insanda bir anda çırağa emirler yağdıran bir insana dönüşüveriyor, parayla temasa geçince.

Kabil: Kalın bir şekilde yapıyor o değişimi.

Mansur: O değişimi görüyoruz, bir siyah ceketi var, tepeden çekmişler, orada zaten ses tonunu hissettim orada sert bir insan oluveriyor, Ali Beyi görüyor yine Ali Bey, Ali Bey diyor. Bir kalkıyor kamera tepedeyken, bakıyorsun bıyıklar kalmış, sakal gitmiş, takım elbise giymiş.

Tiryaki: Yönetmen senelerdir bastırılmış duyguları kabartma amaçlı böyle bir şey yapmış olabilir, onun açıklamasını ben bulamadım.

Kabil: O işte kameranın ideolojik kullanımıdır, siyasi bir tavırdır. Kamerayı öyle bir yönlendirirsin ki, açıyı öyle bir çizersin ki oradan bir ideolojik söylem çıkar, burada da Marksist tavırlarından hareketle bunu yapıyorlar, kendi bastırılmış fikirlerini böyle veriyorlar. Mesela zikir sahnesinde aç bir ilahi kitabını oraya bir ilahi koy, veya zikir sözlerini normal seçebilirsin, böyle abuk sabuk şeyler koyuyorsun çünkü bilmiyorsun işte bu işi ve çok feci bir şekilde gösteriyorsun. Torpil meselesi var, yine bir art niyet, fatura için sıraya giriyorlar, orada sırayı aşıp sen gel diyor. Yani tarikat böyle işler, her yerde bağlantılar var, imtiyazlar var, 06 plakalar var, yani bu olay budur diyorsun, genellemeni yapıyorsun, hükmünü veriyorsun, olayı damgalıyorsun.

Sualp: Bir de Sultanbeyli belediyesi var orada çok açık bir şekilde geçiyor, orada tapusuz bir mülkleri var, bir tapu alıyorlar.

Kabil: Bu bir kodlama zaten, Vakit gazetesi orda, Prestige market orada, bunlar yeşil kuruluş diyor işte, bu kadar etiketleme yaparsan kendi etiketliliğini gösterirsin sen aslında. Sen etiketlenmişsin, hayata da o gözlerle bakıyorsun. Hani Donald Amca’nın gözlerinde dolarlar olur ya, aynen o bakış.

Mansur: Filmin ismi takva ama takvaya dair bir şey göremiyoruz. Takvalı davranış budur diyebileceğimiz bir şey yok.

Kabil: Kendilerince bozuklukları tasvir ediyorlar, yürümeyen yanları, çıkmazları, açmazları. Bunlar dini, tasavvufi bir dünyanın imkânsızlığını ispata yönelik çalışmalar.

Kültüre getirilen yenilik

Mansur: Bünyamin Yılmaz şöyle söylemiş Takva’nın gösteriminden çıkışta, “Neredeyse her filminde ezan duymaya alışık olduğum film yapımcısı Fatih Akın uçlarda gezinmeyi seven bir isim, böyle bir film yapması garip.” Fatih Akın da şöyle diyor cevaben, “Neden garip gelsin ki bu filmin yapımcısı olmam, ben dindar bir ailede büyüdüm.” Şimdi bu adamın yaptığı filmler ortada, ezan okunuyormuş, sen diyorsun adam ne için bu filmi yapmış, adamın amacı belli, ticaret yapmak. Böyle bir filmin tutacağı, tartışma yaratacağı da belliydi zaten.

Sualp: Toronto Film Festivalinde Kültürel Yenilik Ödülü almış.

Mansur: Kültürel Yenilik bu sene açılan bir kategoriymiş, acaba kültürel yenilik, eski tasvirlerden farklı bir tasvir olduğu için mi yenilik oluyor veya var olan kültürü eleştirdiği için mi kültürel yenilik oluyor?

Tiryaki: Var olan kültürü bu kadar ilginç bir şekilde ele aldığı için olsa gerek.

Kabil: Dine karşı çok yapım oldu şimdiye kadar dünyada. Batı’dan çıkan çok türevleri var, bu anlamda bir yeniliği yok bu filmin. Demek ki burada yine kasıtlı bir şey var, bunu ödüllendirmek maksadıyla kendi dine karşıtlıklarını sergilemek için öyle bir yola başvurmuşlar.

Mansur: Ondan sonra Toronto Film Festivali’nden dokuz ödülle döndü deniyor, ödülün açıklaması da yok; “kültürel yenilik” hani bir İslam kültürü vardı, buna eleştirel bakış açısı geldi. Dışarıdan bakınca öyle görünüyor çünkü, Türkiye kadınların başının zorla örtüldüğü bir ülke sanılıyor, gelince de şaşırıyorlar böyle miydi diye.

Çingene pembesi tarikat

Kabil: “Bu bir görev değil, bir istek değil, bu bir farz” diye bir not almışım, filmde geçiyor; faturaların tahsil edilmesinden sonra. Böyle bir şey olamaz, farzlar bellidir.

Mansur: Sen hizmet ediyorsun, senin oralarda vakit kaybetmen doğru değil diyor Rauf.

Tiryaki: Ama o görüşü savunarak iş yapan insanlar da var. Daha iyi bir şey yapıyorsan bu küçük şeylerle vakit kaybetme, bazı şeyler mubah kalabilir mantığıyla hareket edebiliyorlar.

Mansur: Elinde bir tomar faturayla geliyor. Mesela düşünelim ki kocaman bir holding, onun da faturaları olur, onlar da girip sıradan mı ödüyorlar acaba? Bunun başka bir yolu da vardır yani; orada koskoca bir kuyruk var, gidiyor müdürün yanına oturuyor, milletin hakkını yemiş oluyor.

Kabil: Bu baş göz etme mevzuu var ya, orada da şöyle diyor; “Biz buraya yüz sürmeye geldik”. Şimdi biz o defteri kapattık lafından sonra böyle bir laf olur mu? Böyle bir telaffuz olur mu? Yüz sürmeye geldiysen oraya iktibâ edeceksin demektir, sonradan bir çıkma yapamazsın yani, böyle bir şey olmaz.

Mansur: Bir insan evlenmeyebilir bu ayrı bir şey ama dinin yarısını tamamlamakla anlatılır evlilik, Peygamberimiz nikâhı özendirmiştir, kendisi yapmıştır, sünnettir. Ama orada biz buraya yüz sürmeye geldik diyor; aksine evlilik hayatı kolaylaştırır, İslamî hayatın getirdiği, örnek oluşturduğu perspektif budur. O zaman Peygamberimiz de dini bir liderdir ve o da evlenmeseydi kadınla, çocukla uğraşacağına sahabelerle, insanları müslüman etmekle uğraşsaydı o zaman. Bu kendi içinde bir mantıksızlıktır, orayı açıklamıyor ama. Dergâha yüz sürmeye gelmek ile evlenmemek muadil olan şeyler değil ki!

Kabil: Şimdi o dergâhtaki şeyhin odasında Ragıp ile konuşmasında, Muharrem Ragıp’a kirasını ödeyemeyen aile var filan diyor, şeyh hemen oradan kulak kabartmış “Ödeyemez mi?” diye bir çıkış yapıyor. Birden orada aşırı bir tonda müdahil olan bir şeyh figürü çizdiğin zaman olayı zaten bitiriyorsun, mahvediyorsun.

Mansur: Orada tefe-tüfe, enflasyon ben hesapladım %15 zam diyor.

Kabil: Orada tam bir mizansen kurulmuş yani.

Mansur: Bu kirayı o fakir insanlar nasıl karşılayacaklar, diyor. Sonra şeyh eve gidiyor, Rauf da geliyor, Rauf onun bardağını öpüp veriyor, çok enteresan şeyler. Sonra o kızımız çok enteresan görsellik olarak, çingene pembesini siyahın üzerine giymiş, bu kadar zıt ve zevksiz olsun.

“İnananlar ya İslamcı olurlar ya da milliyetçi”

Kabil: Şöyle bir sahne var. Çilehanenin kapısının üstünde şöyle yazıyor: “Yalnızdım, seni düşündüm; seni düşündüm, yalnızım”. Böyle bir yazı Latin harfleriyle hiçbir dergâhta yoktur. Kurmaca bir şeyi uydurmuşlar. Öte tarafta “Senin ülken burası, bayrağın bu bayrak” milliyetçi söylemiyle negatif bir tavra giriyor Kosovalıya karşı. Ne oluyorsun sen? Pat diye milliyetçiliğe atlıyorsun, gene çamur atmak için. İnananlar ya İslamcı olurlar ya da milliyetçi olurlar başka bir şey değil. Bunun hakikati budur.

Mansur: Kosova’da savaş olmuş. Müslüman olmasını bırakın, o çocuk onlara yardım etmeye çalışıyor. Muharrem de biz de burada dua ettik diyor. O çocuk bir girişimde bulunup para toplayıp yardımda bulunuyor. Bu insani bir şeydir her şeyden önce. Orada savaştan çıkmış zor durumdaki insanlara yardım vardır.

Kabil: Orada öyle bir şüpheye düşürme durumu var ki; çocuklar, kadınlar öldürülüyorken, dualarınız işe yaramadı gibi bir laf ediyor. Yönetmen ya da senarist kendi düşüncelerini çocuğun ağzından söyletiyor orada. Yönetmenin, senaristin düşünceleri onlar. Her yerden vuruyor. Gerçekler, materyal olanlardır.

Sualp: Sonra Muharrem kalıp bir düşünüyor, üzülüyor. Çocuğa mı hak veriyor yoksa kendinden mi şüphe ediyor belli değil.

Tiryaki: Orası tam böyle direkt kendi söylemlerini aktardıkları çok kritik bir nokta. Burada fakir fukara bir insan Allah’ım neden olmuyor şeklinde bir şey düşünebilir. Bu adamların düşüncesini çarpık bir şekilde ifade ediyor orada. Aklında biraz şüphe olan insanların ayağını kaydırmak için yapılmış bir kaldırım gibi.

Kabil: “Bırak koyuver gitsin. Sonunda ne var? Ölüm.” Sonra? Artık bir nihilizm. Filmi yapanların arkaladığı bir söylem. Ölüm de onlar için bir son. Sonraki hayatın olmadığı için sonunda her şey bitiyor. Ne varsa burada. Bu kadar. Senin bütün gerçeğin bu. Başka bir şey yok.

Rüya sahnelerinden kadın meselesine

Mansur: Diyor ki senarist; “Takva, kadın sorununa en çok değindiğimiz filmlerden biri. Ama bu da yine bir erkeğin kadına bakış açısındaki yanlışlıktan kaynaklanan bir kadın sorunu. Orada da kadınsız yaratılan bir cemaat ve yaşam biçiminin kadınla nasıl olamadığını ve buradan nasıl çok büyük sorunlar çıktığını anlatıyoruz. Evet kadın yok ama ne yapalım ki yok işte… Topluma sokmuyorlar kadınları. Ve buralardan da toplum çok ciddi bir şekilde örseleniyor.”

Kabil: Dergahta kadınlara kimse karışmıyor diye kadınsız bir cemaat diyor. Böyle bir şey olabilir mi? Çoğu evli, ailesi var.

Mansur: Saçmalıyorsun ya!. Buradan nasıl büyük sorunlar çıkıyormuş onu anlatıyormuş. Kadınsız toplumdan çıkıyormuş asıl.

Tiryaki: Hani adamı anlatıyordun. Her yayınında farklı söylemleri var.

Mansur: Muharrem’in bakış açısıyla bakıyoruz diyor bir de. Diyor ki “Filmin, inanan insanın günümüzdeki açmazlarını anlatıyor şeklinde algılanmasını isterim. Hepimiz öyle düşünüyoruz.” Sonra da dönüp kadın sorununun nasıl büyük sorunlara yol açtığından bahsediyor. Rüya sahnelerinden kadın meselesine mi inmiş oluyorsun sen?

Kabil: “Önemli olan sizin ününüz. Bizim oralara kadar yayıldı.” Bu işler böyle döner, böyle olura getiriyor yönetmen. Medyatik bakış açısı. Muharrem’e bir kutsallık atfediyor.

Sualp: Muharrem de şeyh olacak gibi.

Mansur: Seyr-i süluk mevzusu var bir de. Halvete girmeden nasıl eriliyor? Çok istisna bir şeydir. Ortada bir şey yok. Sadece tahsildarlığa gidiyor adam. Sonra da kafayı yiyor. Şeyh de bunu yanına alıp cemaate örnek gibi anlatıyor. Çıktığı makamlardan, indiği mevkilerden bahsediyor.

Sualp: Asansör yolculuğu benzetmesi var. (Gülüşmeler)

Mansur: Nasıl bir seyr-i süluk? Böyle bir teamül var tasavvufta. Hayatın birçok alanında da var. Filmin akışı içerisinde bunlar çok anlaşılamıyor. Hakkı Devrim’in enteresan bir yorumu var; “Dindi, laiklikti, buna rağmen tarikatlardı… diye toplumsal konulara mı gireceğiz? Hayır, etrafında gezinmekten öte gitmiyoruz. Bireysel bir meseleyle mi ilgilenmemiz isteniyor? Yoo! Güdük bir hayat serüvenidir bize anlatılan.
Tarikat işletmeciliğinin altından, kurcalasak bir miktar Marksizm çıkar mı? Etmeyin Allah aşkına! Ama gene de, bir ayetle başlayan filmin Nâzım’dan mısralarla sona erişini bir izaha bağlamaya çalışın!”. O da bir şeyler sezinliyor bu Marksist bakış açısında demek ki.

Marksist’im ama kendime!

Kabil: Şöyle bağlamaya çalışalım: “Bütün dinler ve ideolojiler bireyselliği inkar eden, reddeden, baskıcı ve insanlığı, rasyonalizmi inkar eden insanlar doğurur. Ayrıca insanın tabiatına direnir böyle insanlar. Bunlar da çıldırmayla sonuçlanır. Benim düşünceme göre, eğer Kur’an en ilerici kitapsa, bugün yorumlandığı gibi yorumlanmalı. Kur’an hiç değişmeden algılanırsa, Muharrem ve diğerleri hayata tam bir çılgınlıkla bağlanacaklar ve yaşayan birer bombaya dönüşecekler.” diyor. Neticede böyle bir kategoriye çekiyor yönetmen. Reforme edilmeli diyor İslam için. “Bizim filmimiz tamamen dünyanın ona ihtiyaç duyduğu bir noktada ortaya çıktı” diyor yönetmen.

Tiryaki: Tempo’dan Elif Çakır, günümüzde yeşil burjuvayı çekselermiş daha iyi olurdu diye söylemiş.

Kabil: Tabi; Marksist bakış ekonomik bakıştır. Ekonomiden seç temelini, bir ticaret erbabını çek. Çamurunu ona at, paradan geçir. Böyle bir inanç mevzuuna, bir dergâh âlemine yönelme. Senin harcın değil o. Sen onun altından kalkamazsın. Sen ona hakim değilsin. Yapamazsın, göremezsin.

Mansur: Ben zannetmiyorum, tutup da Marksist düşüncedeki insanların bugün reklam sektörü, kapitalizme bulaşmalarını anlatacak biri çıksın. Merak ediyorum acaba Önder Çakar bir gün bunu yapabilecek mi? Diyor ki “Onuncu filmimiz 12 eylül üzerine olacak. Oradaki çıkış noktasını biliyoruz.” Bir de planları var. Sen anlatabilecek misin acaba Marksist insanların dönüp dolaşıp, günümüzün kapitalistlerine dönüşümünü? Nasıl anlatacaksın veya? Madem o kadar marksistim diyorsun, sen kendi topluluğuna yönelik bir film de çekebilirsin. Bu cüreti nereden buluyorsun? Babam müslümandı diyor, babasının hikayesinden yola çıkıyor.

Tiryaki: Engin Ardıç hergün siz ne biçim solcusunuz, diyor.

Mansur: Eğer İslam diyorsan İslam devam ediyor. Marksizm çöktü! Bu bir gerçek. Rusya diyorsun, Rusya bitti. Komünizmin çıktığı ülke bitti. Çin baskılarla devam eden totaliter bir rejime dönüşmüş durumda.

Kabil: Çin’de sokakta kapitalizm var.

Mansur: Ondan sonra hiçbir yerde hiçbir şey elde edememişsin. Halk senin düşünceni benimsememiş. Kapitalizme belki de hakiki anlamda İslamiyet bir karşı duruş sergiliyor, helal kazanç ve diğer yönleriyle.

Kabil: Dünyada birçok insan İslam’a girmeye devam ediyor. Afrika’da, Asya’da her yerde.

Mansur: Kimse marksistim de demiyor herhangi bir yerde. Böyle bir çağda yaşıyoruz. O da enteresan. Bir de diyor ki senarist din hakkında: “Dinler insanları bir birey değil, okyanusta bir damla olmaya, ona uymaya zorlar. Bu bence insanı geliştiren bir düşünce biçimi değil.”

Kabil: Tavrını ortaya koymuş.

Mansur: Tamam, dinsiz olabilirsin. Sonra tempo dergisine diyor ki: “Din afyon değilmiş bunu anladım” diyor. Tarikatlardaki insanların çok büyük bir özgüvene sahip olduğunu düşünmeye başlamış.

Kabil: Tam bir tenakuz. Tam bir çelişki.

Mansur: Dinin birey olmayı engellediğini söylüyor.

Kabil: O gerçek ifadesi.

Tiryaki: Mesela Yeni Sinemacılardan, Serdar Akar’ın ayrıldığını söylüyor. Onunla ideolojik problemlerimiz oldu diyor Önder Çakar.

Mansur: Kurtlar Vadisi’ni yönettiği için.

Sualp: Sitem karşıtıyız demeye getiriyor.

Kabil: “Barda” filmiyle telafi etti. Merak etmesin.

Mansur: Mesela şöyle diyor; “Kapitalist bir sistemde Müslüman olmak, ortaçağdan kalma bir felsefeyi uygulamak olağanüstü zor, onlar açısından da böyle. Yeni çağa uyum sağlamak adına yapılan tuhaf şeyler var” mesela İslâmiyet’te moda varmış gibi davranıyorlar diye bahsediyor, böyle bir şey yoktur diyor, oradan da, “O çelişkileri yaşayan insanların hakim olduğu yerde de, bizim için de o çelişkiler çok önemli depresyonlara neden oluyor. İşte bu depresyon bana da sirayet ediyor, bütün ülkeye, bütün dünyaya ediyor.” Nasıl bir şeyse artık..

Kabil: Sizin depresyonunuz da bize sirayet ediyor yalnız. Kumarlarınızla, çıplak kadınlarınızla asıl depresyonu kimler yaşıyor acaba?

Sualp: Depresyon buraya geliyor ama oraya sirayet eden az bir kısmı, ters mantık uyguluyor.

Mansur: İki kapalı toplumdan bahsediyorsun, müslümanlar diyorsun, bunlar kapalı bir toplum, kendi içlerinde alışveriş yapıyorlar diyorsun, peki nerden depresyon oluyor? Medyada bile konuşulmuyor, başörtüsü problemi var deniyor. Depresyon bu mu, nereden ne geliyor? Yeniçağa uyum diyor, yeniçağa Marksist olarak nasıl bir uyum sağlamış acaba kendisi? Her yerde kapitalizmin olduğu, kredi kartları olmayan bir insanın hiç olmadığı bir yerde merak ediyorum açıkçası. Sinema gibi pahalı bir sanatla uğraşıyorsun, para bulman gereken yerde Marksist olarak nasıl yaşıyorsun acaba?

Sualp: Marksizmin burjuva kesimini temsil ediyorlarmış.(Gülüşmeler)

Sahte takvaya senaryo barikatı

Mansur: Peki filmi sinematografik açıdan nasıl buldunuz?

Kabil: Mizansen ve kurgu çalışması olarak fena değil, o atmosfer kuruluyor çünkü genelde kapalı mekânlarda geçiyor, kapalı mekânlarda başarılılar; kamera kullanımı, ışık, aydınlatma unsurları iyi. Anlatımı başarılı, sinema dili olarak eli yüzü düzgün, o anlamda maalesef derli toplu.

Mansur: Senaryosu belki biraz sağlam ilerleseydi.

Kabil: Senaryo kasıtlı bir senaryo.

Mansur: Senaryo kasıtlı ama kendi içinde açık bırakmıyor, kendi içinde saçma bile olsa ufak ufak cevaplar buluyor. Sinema dilinin iyiliğinden ötürü kimse şu konuştuğumuzu konuşamıyor.

Kabil: İnsanlar kafalanıyor. Birçok dini hassasiyeti bulunan insanlar bundan dolayı kafalanıyorlar. Bir bütünlük buluyorlar ama bazı şeyleri göremiyorlar.

Mansur: Tamam filmin güzel bir akışı var ama filmden sonra şampanya içirilmiş İngiliz atı gibi oluyorsun.

Kabil: Mesela o rüya sahnesi gibiydi, o artık sürrealist bir sahneydi, tam çıldırma noktalarında rüya gibi yeşil görüntüler filan gösteriliyor. Orası düş sahnesi değil tamamen kurgusal bir şey.

Mansur: Orası bence bir farklılık olarak güzel gözüküyor ama bakıyor üç milyar, bir şimşek çakıyor dokuz diyor ki orada kafayı yediğini anlıyoruz. Çok komik ama kafayı yiyip harama öyle bulaşıyor sonra ağlıyor ben ne yaptım diye.

Kabil: Sebepsiz bir şekilde kafayı yiyor diye bir laf okudum o konuda. Öyle bir insan öyle biri yanlışı yapsa bile hemen düzeltir kendini.

Mansur: Erkan Can, hata yaptım ne oluyor diye dursa öyle olmazmış ama çok temiz bir insan olduğu için yapamıyor, diyor.

Kabil: O kadar hatanın temizliği mi olurmuş?

Mansur: Yani saçma sapan bir şekilde zoraki bağlıyor. Bir Murat Menteş uyanmış ama onu da aramışlar, Nokta dergisinde böyle bir yazı nasıl çıkıyor diye. Böyle bir şey olamaz, filmin sağda solda ödül alırken iyi, pohpohlanırken iyi, böyle bir çatlak ses çıkınca, bir eleştiri gelince tepki gösteriyorsun.

Kabil: Bu sabırlı olmadıklarının göstergesi, sabırlı değiller çünkü sahici değiller en başta.

Sualp: Eleştiri yapılsın üzerinde tartışılsın diye bu filmi yaptık diye bir şey söylüyor, demek ki değil.

Mansur: Tepki çeksin diye bu filmi yaptık diyor, İslâmi kesimin filme gitmesini, beğenmesini istiyorum diyor senarist. Anlatırken de bizim paramız yok diyorlar.

Sualp: Bir küçük Emrah tavırları var, “paramız yok abi” diyerek acındırıyorlar.

Mansur: Fatih Akın da senaristin dediğine göre “Duvara Karşı” filminden kazandığı parayı buraya aktarmış. Özer Kızıltan dizilerde yönetmenlik yapıyor, oradan kazandığını, buraya aktarmış, imece usulü bu iş sanki böyle, paraları yok, çalışıp çalışıp para getiriyorlar sonra çekiyorlar. Kültür Bakanlığı kan kusturdu bize diyor yönetmen, para bulana kadar. Millî Gazeteden Bünyamin Yılmaz da hemen her filminde ezan geçiyormuş diyor mesela Fatih Akın ile ilgili olarak.

Kabil: İsterse baştan sona ezan sesi olsun ne olacak? Ne anlattığına bakmak lazım. Ezan çok şeklî bir şey, orada kullanıyor. “The İmam” filminde ne kadar namaz, cami, ezan sesleri hakimdi, ona niye olumlu bir tavır sergilemediniz o zaman? Ben, film hakkında eleştirel bir yazı yazdım ama iyi yanlarını da söyleyerek yazdım. Filmin beni yer yer heyecanlandırdığını, yer yer hoşuma gittiğini filan söyledim. Oradaki namaz niyaz bana bile fazla, dengesiz geldi ama adamlar affetmiyorlar.

Mansur: Eşref Ziya bu proje üzerinde uzun süre çalıştık dedi. Senarist Ömer Lütfi Mete de senaryoyu iki ayda yazdım diyor. Bu nasıl bir şey ben anlamıyorum. Adamlar 27 kere yazıyor senaryoyu. Daha emekleme evresinde niye adımını sağlam atmıyorsun. Hadi sağlam atılmadı sonra da böyle acımasız eleştiriler geliyor. Film genel hatlarıyla güzel yönleri vardı, iyi bir akışı vardı, karakterin bir içe dönüşü vardı. Ama çıkıp dediler ki, “böyle imam olmaz”.

Sualp: Böyle imam olur ama böyle mürit olur yani.

Mansur: Sinema dili sağlam olunca böyle mürit de oluyor herhalde. Biraz da mantık açısından bakmak lazım ama.

Yeni bir ruh gerek!

Kabil: Bu bir aşağılık kompleksi, halen devam ediyor. Daha alınacak yollar var.

Tiryaki: Bir de İslâmi kesim film çekmeye başladığı zaman doğrudan benim hedefim bu mesajım da bu diyor ve bunu çok belli ediyor. Bu adam ise hakaretini bile en güzel bir biçimde göstere göstere, psikolojik unsurları uygulaya uygulaya yapılıyor. Bizde böyle bir söylem hiç gelişmemiş maalesef.

Mansur: Bir de şöyle bir şey var; her şey hedef oluyor, bir şey açıkta kaldı mı insan rahatsız oluyor. Yalan da olsa, uydurma da olsa bir sebep buluyor mutlaka. Niye evlenmiyorsun diye soruyor, ben bu kapıya yüz sürmeye geldim gibi bir süslü cümle kullanıyor mesela. Mantıklı düşününce bu bunun karşılığı değil, ama o dengeyi tutturuyor, bir iddia atıyorsa onu dengeliyor, öyle olunca iyi film diyorsun, ama oturup tekrar düşününce bu ne filan demeye başlıyor insan. Bu yazılanlara bakıyorsun, filmden çıkmış, bir heyecanla yazılmış şeyler. Hemen öteki gün yazman gerekmiyor, biraz otur düşün, niye Murat Menteş karşı çıkmış mesela. Mesela Yeni Şafak’tan Ali Murat Güven rüya sahneleri haricinde güzel demiş, Bünyamin Yılmaz dünya çapında bir film olmuş demiş.

Kabil: Vakit gazetesinde de rüya sahnelerinden dolayı karşı çıktı, ama filmin genel düşüncesini arkaladı.

Mansur: Rüya sahnesi gerçekten zayıf, bunları görmek için illa sinema okumak herhalde gerekmiyor, mantık olunca çıkıyor ortaya.

Tiryaki: Bundan sonra yapılacak şey filme gidilmiş, bunun üzerinde düşünüp daha iyisini nasıl yaparız diye oturup düşünmektir. Film böyledir dedikten sonra kendimize çeki düzen vermemiz lazım. Sinemacılar olur, seyirci olur.

Kabil: Sinemaya ağırlık vermek, kısa film yarışmalarını ciddiye almak lazım, yeni bir ruhun gelmesi lazım.

Şeyh’in kafayı sıyıran Muharremi cemaatin karşısında övdüğü sahne:

“Şu gördüğünüz zat, ermekle ermemek arasında kaldı. Bu dönem dönem olur. Muharrem efendi, Allah tarafından dergâhımıza gönderilmiş bir hediyedir. Bu da hepinizin bildiği gibi daha birkaç ay önce bir rüyamda bana müjdelenmişti. Bu zamanda bize gönderdiğin hediyeye bak! Dedim ki ona, güzel bir kızım var sana vereyim dedim. Yok dedi mübarek, biz elimizi eteğimizi bu işlerden çektik dedi. Bize düşen damatlık değil, bu kapıya hizmettir dedi [coşuyor]. Selilallah, tarikat yolculuğunda ilk seyirdir. Bu ikincisine seyr-i fillah denir. Allah’ın isim ve sıfatlarının seyridir. Yükselme bitip iniş başlayınca, tekrar arşa kadar olan seyre seyr-i anillah denir. Allah’tan geri dönüş. Arştan sonra yere kadar inişe seyr-i fil eşya denir. Eşyayı unutmuş idi. İnerken tekrar eşyayı tanır, hakikatını bilir ve mahlûkatın seviyesine inerek kulları Mevlaya davet eder. İrşad makamı verilir. Bu şekilde dört seyir tamamlanınca miracı ruhani hâsıl olur. İşte, bu yükselmeden iniş her zaman kolay olmaz. Bazen de..”